Aniden, parmaklarının altında hafif, neredeyse fark edilemeyen bir nabız hissetti. Çığlığı odanın ağır sessizliğini yırttı. Elini öyle şiddetli bir şekilde geri çekti ki sendeledi, neredeyse dengesini kaybedecekti. Kalbi göğsünde çılgınca bir ritimle çarpıyordu; tüm mantıklı düşünceleri bastırıyordu. Nabız nasıl olabilirdi ki? Adam ölmüştü; hastane yatağında değil, masasındaydı. Anna geri çekildi, aklı inanmazlıkla dönüyordu. Adama yanlış teşhis mi konmuştu? Bir hata mı olmuştu? Hayır, diye kendi kendine telkin etti, ölüm belgesini görmüştü, imzalanmış ve doğrulanmıştı. Hiçbir hata olamazdı. Ama orada kararsız bir şekilde donmuş halde dururken, duvarlardaki çatlaklardan soğuk bir hava akımı sızıyor, anlayamadığı ama kemiklerinde hissettiği bir dilde sırlar fısıldıyordu. Sanki odanın kendisi, onu izleyen, yargılayan kadim, dünya dışı bir varlıkla canlanıyordu. Anna'nın gözleri, köşelerde hareket eden gölgeler görmeyi bekleyerek etrafta dolaştı. Morg her zaman ruhsuz bir yer olmuştu, ama bu gece hissedilir derecede canlı hissediyordu; sanki oradan geçenlerin ruhları orada kalıyor, günahlarının ortaya çıkışını izliyordu. Kararlılığı paramparça olan Anna, ringden ayrılmaya ve hırsızlıklarına bir daha asla geri dönmemeye kararlı bir şekilde çıkışa koştu. Kapı gıcırdayarak açıldı ve Anna koridora kaçtı, ayak sesleri arkasında tekinsiz bir nakarat gibi yankılanıyordu. Sonunda, kolay para kazanma vaadi, Anna'nın kavrayamayacağı kadar korkunç bir karşılaşmaya dönüşmüştü. Yüzüğün sadece bir mücevher parçası değil, anlayışının çok ötesinde bir şeyin kanalı olduğunu fark etti: tüm hazinelerin çalınmaması gerektiğini ve tüm ölülerin sessizce yatmakla yetinmediğini hatırlatan bir şeydi. O geceden sonra Anna, ölen kişinin hiçbir eşyasına dokunmaya cesaret edemedi. Morg sessizliğine büründü ve gizemli yüzük, adamın parmağında sessiz bir bekçi gibi, gecenin sessizliğinde sırlarını koruyarak kaldı.